SİYASAL SAPIKLIK
Servet Kızılay
Türkiye’de tüm alanlarda görülen aşırı çarpıklıklar, düşünsel ve siyasi alanda da kendini gösteriyor. Daha önceki yazılarımızda bunun nedenini; Türkiye’nin dünyada olabilecek en yetkin “Post-modern Devlet” olmasıyla açıklanabileceğine bağlamıştık. Komünizm nasıl İngiltere de beklenmiş fakat Rusya’da pratik olarak ortaya çıkmışsa, Post-modernizm de Fransa’da (Batı’da) çıkmasına rağmen kendini Türkiye’de gerçekleştirdi, demiştik. Buradaki amacımız, farklı bir tartışmayı gündeme getirmekle birlikte; Türkiye’deki göstergelerin kaymasına, bir türlü kendini gösterememesine, kararsızlığa, bulanıklığa, savrulmaya vb bir açıklama getirmek içindi. Öyle ki; ortaya çıkan bu olumsuz durumlar ve sonuçlar, düşünüldüğünün aksine son derece sistemli, düzenli ilerleyen ve yaygınlaşan bir karaktere sahipti yani tesadüfleri aşmıştı; tesadüflerle bu olan biten çarpıklıklar izah edilemezdi.
Türkiye’de her kesim bir diğerini karalayarak güç devşirmeye çalışır. İdeolojik ve ekonomik grupların rekabeti “normal” sayılan doğal bir gerilim alanı olarak kabul edilir fakat ülkemizde bunlar kağıt üzerinde yazılanlar gibi olmadığı gibi ortada bir “rekabet-gerilim-sürtüşme..vb” bırakmayan “düşmanlık” diye daha net tanımlanabilecek bir niteliği gösteriyor. Bu birbirlerine diş bileyen düşman kesimler, kendi konumlarını düşmanla sürekli değiştiriyor. Yani kim kimi karalıyorsa o karaladığı şeyin en zirvesinde yer almak için olağan üstü performans sergiliyor. Öyle olunca ortaya akıl almaz (akıl dışı) saçmalıklar çıkıyor. Göz gözü görmeyen ortamda kazanan Devlet oluyor. Bir kesim ne denli kendisi olarak kalamıyorsa o kadar faydalı, kullanışlı hale geliyor. Aynı zamanda kullanım tarihini doldurmuş olduğundan yeri zamanı gelince perdeden indirilmesi kolaylaşıyor. Ülkedeki ayrı ayrı güç dengelerinin (ABD-AB-İngiltere-Avrasya lobilerinin) mevcudiyeti de bunların tuzu biberi oluyor. Devletin bunca dengeler arasında bir oyun kurucu gibi davranması onun aslında çok güçlü olduğunu söylüyorsa da uzun vadede bu durum Devletin kendi aleyhine dönen bir şeyi imliyor. Bu görüntüsüyle Türkiye her yerinden farklı farklı çarmaha gerilmiş bir tablo sergiliyor. Düşünceler de pratikler de havada savruluyor. Öte yandan bunca farklılığın büyük bir üretime dönüşmemesi normalleşiyor. Farklılığın ve renkliliğin kısırganlığı insanı hayrete düşürüyor.
Şimdi
Türkiye’de Sağcı /Solcu-Mukaddesatçı-Muhafazakar-hatta İslamcı diyen kişi grup kesim varsa artık bunlar ne kadar kendilerini gösteriyorsa kalabiliyorsa öyle imiş yapabiliyorsa bunlara somut düzeyde kabaca bakalım ve siyasal sapıklığı somut düzeyde anlamaya çalışalım:
Türkiye’de en baskın hâkim görüş Milliyetçilik-Irkçılıktır. Bunun nerdeyse her türlüsü ülkede mevcut. Siyasal partiler dağılımına baktığımızda bunu net fark edebiliriz: Ulusal Milliyetçilik-Kemalist Milliyetçilik, Turancı Milliyetçilik, Kürtçü Milliyetçilik, Seküler Milliyetçilik, Mukaddesatçı-Muhafazakar Milliyetçilik gibi. Oysa yakından bakıldığında Türkiye’de Solun her zaman iddia ettiği gibi bir Milliyetçilik-Irkçılık olmadığı aslında olamadığı görülebilir. Gerçekte Milliyetçilik-Irkçılık adı altında yapılan her şey kaba bir Kabileciliktir. Olan biten şey budur. Çünkü teknik olarak Milliyetçilik-Irkçılık halkın üstlenebileceği yürütebileceği sahiplenebileceği bir şey olmaktan uzaktır. Türk Milliyetçiliği Kürt ve Arap karşıtlığı üzerinden sürdürülmek istense de olmayacak zorlama bir kurgudur. Zira Kürt aynı toprak parçasında yaşayan aynı kimlik taşıyan hukuksal vatandaştır. Yani ayrı kimlik, Ulus devlet, tarihsel ötekisi değildir. Almanya’nın bir şehrindekinin diğer bir şehrinde olanı Alman saymaması gibi saçma sapan bir durumdur. Bu Milliyetçilik-Irkçılık, Araplara karşı da olamaz Çünkü Araplar ne tarihsel ötekisi ne de ayrı Dine sahiptir. Milliyetçinin inandığı iman ettiği peygamber (eğer iman ediyorsa) bir Araptır. Milliyetçilik-Irkçılıkta en sahici soru, bu Türk’ün ötekisinin kim olduğudur. Türk kime (neye) karşı üstündür, seçilmiştir, seçkindir? Milliyetçiliğin ülkemizdeki tek karşılığı; Devletin bütünlüğü-parçalanmamasıdır. Yani koruma refleksidir, basit bir gerekçeye dayanır. Varlıksal bir karşılığı yoktur. “ben devleti korumak istiyorum” diyeceğine “ben Milliyetçiyim” diyor. Kürtler şayet Türk Ulus Devletine bazı köklü itirazlar etmeseydi bugün hiçbir Kürt olumsuz şeylerle karşılaşmayacaktı mesela. Demek ki; Milliyetçilik-Irkçılık bir Ulus Devlet kurgusudur ve zorla insanlara ideolojik kimlik olarak giydirilmeye çalışılmıştır. Yani Halkın malı değildir. Zaten tarihsel veriler bunu net gösterir: Milliyetçilik Osmanlı ve Avusturya-macaristan İmparatorluğunu tehdit ettiğinde; aralarında büyük bir işbirliği olmuş, Osmanlı Şeyhül İslamı Fatih Camii avlusunda çok sert bir fetva yayımlayarak-meydanda okuyarak- “Milliyetçiliğin Din-i İslâmın en büyük düşmanı, onu savunanların en büyük kâfir olduğunu” duyurmuştu. Aynı Milliyetçilik bugün ülkemizin Dini değeri haline geldi.
Sol kesim diğer kesimlerden azımsanmayacak yerdedir. Hem konum hem de düşünsel açıdan dökülür: Konum olarak; Türkiye’de nerde fakir furaka garip gureba işçi ile işi olmayan varsa paylaşımdan ne kadar uzak olan varsa “solcu” olmaya and içmiş gibidir. “ben dünyalığımın peşindeyim” diyemeyen “ben solcuyum” diyor. Düşünsel olarak; kendisine post-modern diyen solcular bile Avrupa merkezcilikle yatıp kalkıyor post-modernizmin bile postunu çıkarıyor. Diğer Sol yelpaze ise gece-gündüz kullandıkları kavramların (faşist-milliyetçi vb) her yerde uygulanabileceğini zannediyor. Sekülerizmin en büyük yardımcısı olarak nefret ettikleri Kapitalizme hizmet ediyor, efendilerin (sistemin) taleplerini zaten kolonyalizmin en vahşi uygulamalarına maruz kalanlara pazarlıyor; Toplumsal Cinsiyet Politikaları (Feminizm, LGBT sözcülüğü) Ekoloji vb gibi ürünler onun pazarının malı oluyor.
Muhazakar-Mukaddesatçı hatta İslâmcı kesim ise Devlete eklemlenme adına Sekülerizmin kültürel-ekonomik-ahlaki her türlü başarısında başrol oynuyor. Sekülerizmin meşruluğunda ve yaygınlaşmasında özel görev alıyor. Coğrafyadaki şiddet ve savaşın uzaması ve kutsanmasında ekstra çaba gösteriyor. Kendisine ne kadar Sünni diyorsa İslâm Medeniyet Tarihinin Sünni merkezi olan Suriye’nin yıkılıp yok olmasında o kadar öne koşup duruyor.
Sapıklık, ahlaki bir göstergeyi içermesine rağmen siyasetle ilişkisinde bambaşka bir resmi ortaya çıkarıyor ve önümüzde her şeyin birbirine girdiği, hiçbir ilkenin, sürekliliğin kalmadığı bir şeyi gösteriyor.