USD 34,54
EUR 36,01
ALTIN 3.005,46
BIST100 9.550

ESKİ BİR YAZI... "KORKU VE TİTREME"

“Muhteşem olan, ihtişamı içinde kavrandığı sürece, zarar vermez, o halde insan İbrahim hakkında sakınmadan konuşabilir:”Kierkegaard

“Korku ve Titreme” de Kierkegard, diyalektik bir okumayla ve varoluşçu bir bakışla İbrahim’in Kitab_ı Mukaddesteki öyküsünü analiz eder.

“İnsan ancak inanç yoluyla İbrahim’e benzeyebilir, cinayet yoluyla değil”
diyerek, bazı kışkırtıcı sorular sorar:

1- İbrahim’in eylemini günümüzde vaizlerin vaazından etkilenerek tekrarlayan insanlar neden psikiyatrinin ya da hukukun bir vakası olarak nitelendirilir de, başkasında cinayet olarak ya da delilik göstergesi olarak duran giysi, İbrahim’in üzerinde bir teslimiyet şövalyeliğinin ihtişamıyla görünür, fark nerededir?

2- İmana varıp durmak ile teslimiyetin cesareti arasındaki fark nedir?

3- İbrahim, hangi duygularla, üç tam ve bir yarım gün boyu eylemini yapması istenilen yere varmak için, İsmail (Kierkegaard’a ve Kitabı mukaddese göre bu İshak’tır.) le birlikte nasıl bir düşünsel, içsel atmosferle birlikte yol almıştır.

4- Bu öyküyle tanrıya; sınayıcı, öfkeli ve korkunç işler yaptıran bir kimlik kodlanması mümkün müdür, eğer böyle değilse İbrahim’in öyküsü tanrı hakkında bizlere aslında başka şeyler anlatıyor da biz sadece sınama yönüne takılıyor değil miyiz? (Bu soru Kürşat Bumin’in sorusu ile aynı anlamda)

Bu sorulardan sonra yine Kierkegaard’ın İbrahim hakkında “O’nu anlayamıyorum. Öğrenebileceğim hiçbir şey yok Ondan; şaşırma dışında” Ve sanırım anlayarak teslim olmanın inanca sürükleyeceği düşüncesi kocaman bir kuruntu ve mutlak teslimiyetin sonuçlarıyla tanrıyı dolandırmaktır.

Aslolan: İmana varıp durmaktır, bu daha hayırlıdır. Daha ileri gitmek istemek aşka erip durmamaktır. Daha ilerisi neresi ki?” diyerek bu sorgulamalar eşliğinde bu yorumları yapıyor.

Kierkegaard, iman ile teslimiyet tavırları arasında da ayrım yapar ve teslimiyetin iman tavrına oranla yaygın; iman tavrının ise dehşete düşürecek kadar zor ve nadir görüldüğünü ekler.

Kierkegaard’ın bu kavramlar arasında geliştirdiği ayrımı Kur’andaki bildik İman etmek ile teslim olmak arasındaki farkları çağrıştıran işaretler taşıyor.

“İman ettik demeyin İslam olduk deyiniz, çünkü iman henüz kalplerinize yerleşmedi” ayeti kerimesindeki meal burada kendisini hissettiriyor.

Kısaca İbrahim, anlaşılmaz, O’ndan ancak dehşete düşülür. Demek isterken, İbrahim’i eylemin felsefi çıkarsamalara konu olamayacağına ancak aşk ile kavranabilecek bir yönü olduğuna dikkatleri çeker.

Şimdi tam da bu noktada Kierkegaard’ın da, Ali Şeraitinin de İbrahim’i eylemin aşk boyutunu ele alma tarzlarının örtüştüğü söylenebilir. Rasim Özdenören’in bir’den bir’e akmak olarak açıkladığı bu mistik durumun Kürşat Bumin tarafından özellikle tercih edilmesi de anlamını bulmaktadır.

Tabi ki İbrahim’i eylemin anlamına ilişkin olarak çok rasyonelleştirilmiş ifadeler kullanmak mümkün ancak bu İbrahim’i anlamak olmaz. Çünkü İbrahim’i anlamanın yolu O’nun İsmail’ine ve O’na duyduğu sevgisine de sahip olmaktan geçer.

Hatta daha ileri giderek İbrahim olmak gerekir’in altı da çizilebilir. Bu da takdir edilir ki bu durum imkansızlığın hudutları içinde koşturmaktan başka bir işe yaramaz.

Peki elde ne var şimdi, tüm bu muhasebelerin bize kazandırdığı ya da kazandıracağı şey bir bulanık su ve onda balık avlama oyunu mu, yoksa gerçekten gerçeğin her şeyini billurlaştırdığı cevaplarla birikmiş bir arayış gölü mü?

Bu konu dolayısıyla gündeme getirilen sorunlar ve kavramlar ışığında söylenebilecek en kestirme ifadeler, Şeriati, Kierkegaard ve Bumin’in de farklı kültürel havzaların etkisi ve saikleriyle bu olayı değerlendirdikleridir.

Şeraiti’de, Hallac’ın; Kierkegaard’ ta İsrailiyatın; Bumin’de de aydınlanmacı aklın izleri hüküm sürüyor.
Tüm bunların doğallığı tartışması bir tarafa kurbanın asıl misyonu ya da işlevi üzerinde pratik, kayda değer çıkarsamaların bu düşünceler eşliğinde yapıldığını söylemek; ve yapılması gereken zihinsel arayış kodlamalarının örneklerinin de( felsefi ve psikoanalitik yaklaşımlarla desteklenerek) sonuç olarak faydalı, dişe dokunur sonuçlar ürettiğini söylemek bu noktada mümkün görünmemektedir.

Peki mesele nedir?
Ve bu meselenin bize kazandırdıklarını/ kazandıracaklarını nasıl hesaplamak mümkün veya mümkün müdür?

Veya gerçekte sorunun bu tarafına mı odaklanmak gerekiyor? Belki de tartışılacak ve söylenecek daha çok şey olmalı ve olacak da…

Örneğin bir ritüel olarak kurban kesme eyleminin insanın Allah’la ilişki kurma biçimlerinden ya da Allah’ın kullarından talep ettiklerinden neyi temsil ettiğine, ya da neyin bedeli olduğu sorularına odaklanmak farklı bir bakışın ve başlangıcın imkanlarını sunabilir bize.

Örneğin Hacc için;
İnsanın bu dünyada geziyor ve dolaşıyor olmasının bir bedeli(bir yolculuk da Allah’a);
Fitre için insan bedeninin sağlığının ve de kullanımının bir bedeli;

Oruç için, nefsin ve iradenin bir bedeli(12 aydan biri);
Namaz için, vakti kullanmanın ve onun hesabını vermenin günde beş kez tekrarlanması gereken bir bedeli(günün her bölümünün ayrı bir hesabı ve bedeli vardır.);

Zekat için malımızın bedeli(kırkta biri) diyebilmek mümkünken; “rabbin için namaz kıl ve kurban kes!”
buyruğunda ki kurban kesmenin hangi bedeli bizden talep ettiği üzerinde durmak gerekmiyor mu?

Bunun İsmail’i sevmek ve bu sevgiyi adamakla ilgisi varsa, bu dünyada Allah izin vermiş olsa bile birilerini sevmek veya birilerinden korkmak için(örneğin;çocukları sevmek veya ölümden korkmak) Allah’a ödememiz gereken bir bedel var mıdır, kurban kesmenin bu bedellerle ilgisi var mıdır?

“Herkes kendi İsmail’ini kurban etmelidir “ diyordu Şeraiti Hacc’ında, ama herkesin kendisini Allah’a kurban edecek İbrahim’ini nereden bulacağından veya böyle bir İbrahim bulmanın mümkün olup olmadığından söz etmemektedir.

Görüldüğü gibi kurban, yani “yaklaşma” anlamını içinde gizlice barındıran, İbrahim’i eylemin en unutulmaz örneği olan ritüel hakkında ne konuşulursa konuşulsun, ne yazılırsa yazılsın ve düşünülsün hep daha üzerinde konuşulacak ve de kilidi açılacak bir hazineyi de saklıyor içinde.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Tüm Yazılar