Bireyselliğin ve bireyselleşmenin alabildiğince şişirildiği bir dönemde insanların kitleler halinde manipüle edilmesi en kolay çağa ulaştık. Kitle iletişim araçları, devlet ve onun aygıtları sistemin çarkını en düzenli ve geniş kapsamlı çevirme peşindeler.
Birey felsefesinin neredeyse tamamı düşüncede varlıkta metafizikte bütünlüğü parçalama hatta ondan nefret etme üzerine inşa edilirken hakaret ettiği ve suçladığı ne varsa tam da onu en yetkin halde kendisi yapma gayretine düştü. Otoriter ve totaliter tüm şeyler sistemin kabulü içinde normal sayıldı. Hayatında neredeyse hiçbir şeye karar veremeyen yığınlar-kitleler “birey olma”nın sarhoşluğuyla kendilerinden geçti. Bu sarhoşluğun pratikte hiçbir karşılığı olmadığını anlamaları için onları kuşatan esir eden zincirlerden kurtulma şansını da maalesef kaybetti. Öyle büyük bir kurgu yaratıldı ki; dinsel anlatılardan kültürel söylencelerden inanç ve geleneklerden “daha etkili” hale geldi. Üstelik bu Bireyselleşmenin Afyon etkisi, hiç de ağrıları sızıları dindirebilecek güçte de olmadı.
Türkiye’de de insanlar kendi fikirleri ile karar verebildiğini doğruyu yanlıştan ayırıp ahlaki pozisyon takınabildiğini varsayıyor. Oysa ülkede kurulan iki büyük tezgâh (Pazar) içinde adeta kuklaya dönmüş vaziyetteler. Bu iki büyük tezgâh, devletin bazı geçici heveslerini işlerini karşılasa da uzun vadede tüm toplumu alttan alta kazıyan bir mekanizma olarak çalışıyor.
Şimdi bu iki büyük tezgâha genel hatlarla bakalım:
Bunlardan biri; Şiddet ve Savaş Endüstrisi. Bu endüstri işin içinde; silah tüccarlarının, Gladyo yapıların, Güvenlik bürokrasisinin yer aldığı ona lojistik olarak bağlı olan; Akademisyenler-Aydınlar-Medya-STKlarla işleyen çok geniş bir ağ. Bu lanetli ağda şiddet ve savaş coğrafyanın kaderi yapılmak ve sürekli aynı dairede tutmaya yönelik çarklar bulunur. Çarklar, büyükten küçüğe doğru çalışır. Devlet buradan Milliyetçilik-Irkçılık ile bir kimlik inşa etme halkı bunun etrafında toplamayı umarken diğer yandan Ulus devlet bekasını bunun sayesinde sürdürebildiğini iddia eder. Hâlbuki; sadece Türkiye değil coğrafyadaki tüm şiddet ve savaş türleri benzer karakterde ilerler. “Düşman”ı içerde arayan devlet-ler, dış güçlerden silah alarak onu bir türlü bitiremezler. Genel mekanizma şöyle çalışır: Asıl hedef gösterilen ve sözde onlarla savaştığını iddia eden devlet-ler; Dış güçlerden silah alır, O silahları içerde yahut komşularına kullanır yani dolaylı savaş ve şiddetle hesap görme peşindedir. Öte yandan Dış-güçlerle her türlü ilişki; kariyer, dil, eğitim, ticari vb en üst düzeyde kurulması sağlanır. Şiddet ve savaş endüstrisi korkunç bir düzeyde her gün kendini meşrulaştırıcı gerekçeler üretir. Bu endüstri bazı kavramlarla çalışır. “terörist” “kukla” “vatan haini” “tetikçi” “işbirlikçi” “maşa” gibi kavramlar sadece Türkiye’de değil coğrafyanın tamamında karşılık bulur ve bu kavramların tümü içerdeki yani fiili olarak savaşılan şiddetin muhatabı olan kesimdir. Şiddet ve savaş endüstrisi büyük bir bağımlılıkla sürdürülür. Her defasında daha büyük bir şiddet ve savaşın düşmanları yok edebileceğine halkı inandırır fakat İlmi ve Bilimsel hatta Tarihsel gerçekler bunun tam tersini yüzlere çarpar. Verilere göre; Türkiye’de dahil coğrafyadaki hiçbir ülke şiddet ve savaş yoluyla ne kendi iç problemini ne de komşusuyla olan bir problemi çözememiştir. Yani şiddet ve savaşın hallettiği hiçbir sorun ortada bulunmamaktadır. Hatta tam tersine her şiddet ve savaş daha büyük sorunların oluşmasına böylelikle şiddet ve savaş endüstrisinin tıkır tıkır işlemesine yardım etmiştir. Bu endüstri; ülkelerin tüm medeniyet kültürel ahlaki maddi ve manevi gücünü emen yok eden onu esir eden büyük bir çarka dönüşmüştür.
İkincisi Lobi Endüstrisi. Bu endüstride yancı olan aygıtlar daha ön plana çıkar. Böylelikle Akademisyenler-Aydınlar-Medya-STKlar daha etkili olarak işlev görür. Lobi endüstrisi Türkiye’nin ufkunu çizmekle birlikte halkın nasıl görüp düşüneceğini de belirler. Kültürel olarak kolonyal sistemin vazgeçilmez parçası olmaya görevlidir. Cumhuriyetten beri Türkiye’nin bölge ülkeleriyle olan her türlü mesafesi –ki bu durum siyaset biliminin çıkar teorisine tamamen aykırıdır- bu Lobilerin üstün performanslarıyla izah edilebilir. En büyük görev alanı ise; bir dünya görüşü olarak Kolonyalist anlayışın sürdürülmesi ondan başka herhangi bir dünyanın imkansız olduğunu insanların kılcal damarlarına kadar zehir gibi sokmasıdır. Bundan dolayı Türkiye’nin ne kendine ne bölgesine ne de dünyaya söyleyebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Türkiye tüm coğrafyayı alsa bile ertesi gün Kemalizmi yahut “Müslüman seküler modern devlet modelini” götürmekten başka çaresi yoktur. Böyle bir senaryo olursa bu aynı zamanda Kolonyalizmin Batı’nın coğrafyaya daha hızlı yayılması imkanı demek olacaktır. Bu Lobiler alternatif bir düşünce- bir paradigma bir ilim bir gelenek bir medeniyet oluşturmanın imkansız olduğuna hepimizi ikna etmiş vaziyettedir. İnsanların sadece ruhlarını (düşünce-kültür vb) değil ülkenin bedenini de ele geçirmiş gibidir. Mesela; Katar sermayesi için algı oluşturmak iki sonuçla hedefe ulaşır. Hem Türkiye’nin coğrafyaya olan (dinsel-kültürel) nefretini tekrar üretmek hem de maddi yönelimin yerini çevirmek. Lobi endüstrisi belirli bir tarih olarak Tanzimattan beri çok kazançlı işler. Lobi üyeleri mevki makamı da sağlam şekilde elde etme şansına kavuşur.
Kısacası; bu iki büyük tezgâh sayesinde hem canımızdan hem de malımızdan olmakla kalmıyor yetmezmiş gibi tüm ufkumuz dünya görüşümüz inancımız da paramparça olup ellerimizden alınıyor. Böylelikle geriye sadece dolap beygiri olarak dönüp durulan iki büyük endüstrinin içinde öğütülen “bireyselleşmiş” yığınlar kalıyor.