Suriye’nin işgali gündeme geldiğinde birden bire; oraların “Türkiye’nin Arka Bahçesi” olduğu, Stratejik derinliğinde yer aldığı” hatırlandı. Bu ve benzeri görüşler, Neo-Osmanlıcılık kılıfıyla da süslenerek kitlelere pazarlandı. Egemenlik ve iktidar arzusu, modernleşmeden beri eziklik psikolojisi taşıyan ve Türk Oligarşisi-zümreleri tarafından sürekli aşağılanan Müslüman kişi-kuruluşlarda yeni bir Emperyal emele ve hayale dönüştü. Gözler karardı. Devletin himmetiyle Cemaatler-Tarikatler-Vakıflar-Dernekler-İnsani Yardım Kuruluşları ve STKlar, Suriye’nin işgal edilmesinde başrol oynadılar. Sonuç ise hem devlet hem de bu kitleler için felaket oldu: Türkiye’nin Emperyal genişlemesi, Suriye’ye 835 KMlik utanç duvarları örülerek daraldı. Yani siyasi hezimete uğranıldı. Müslüman kişi ve kuruluşlar da tamamı sünni olan, İslâm medeniyetinin en önemli merkezlerinden biri olan (Şam-Fenike/ diğeri Bağdat-Babil ekolü) Suriye’yi yok ederek, İslâm kültürüne mermi sıkmış oldu. Yani her ikisi de “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan oldu”.
Stratejik Derinlik, Neo-Osmanlıcılık her devlette farklı bir şekilde görülebilecek siyasi emeller ve hayaller olabilir ve böyle kalabilir. Her devletin kaçamadığı histerik iktidar-güç arzusu bulunur ve yönettiklerine de bu zehri aşılar. Bu haliyle kısmen “meşru ve masum” görülebilir fakat ya öyle değilse?! İşte o zaman çok ciddi düşünmemiz gerekebilir. Şayet Türkiye, stratejik derinliğini bulmak-sağlamak için oraya girmediyse karşımızda korkunç bir tablo çıkabilir. Bu tablo Türkiye’nin Suriye’ye efendiler için stratejik derinlik sağladığı gibi bir anlamı doğurabilir.
Türkiye, Suriye’ye ABD ve İngiltere’nin ileri karakolu olarak girdi. Bunca felaketten daha felaketi ise; kültürel olarak (Batılılaşmış-laik-seküler bir devlet) ileri karakol yahut Tampon işlevi görmesiydi. Bizleri ilgilendiren şey de; modernleşmeden beri süre gelen tampon işlev olmalıydı fakat olmadı.
Sömürgeciliğin altlığı olarak kullanılan Antropoloji ve Arkeoloji, Batı için çok büyük avantajlar elde edilmesine yardımcı oldu. Özellikle Antropolojinin Klasik döneminde İngiltere; Akrabalık ilişkileri üzerinden büyük veri tabanı oluşturuyor, ülkeleri kimlerle yöneteceğine, kimin kimlerden, hangi ailelerden geldiğine dair vb bilgi ve belgeleri siyasi pratiğe taşıyordu. Buna ilaveten giderek artan Etnografik veriler (işgal yerlerinin kültürleri yeme –içme, giyim, alışkanlıklar, eğitim, yaşam, mimari vb ), işgal fikirlerini tamamlıyordu. Türkiye, Suriye’ye “Arka bahçe” derken ve onu “stratejik derinliğin açılımı” yaparken ve Şam’da kahve içme emperyal hayalleri kurarken adeta bir turistten farksız bir konumda olmadığı görülemiyordu yahut bu durum kabul edilemiyordu. Kendi komşuları hakkında bilgisizlik bir yana utanmadan ve sıkılmadan Şam’da onlarla Arapça değil İngilizce konuşabileceğini varsayıyordu. Yalnızca bu açıdan bakıldığında; yağmacı-hırsız-talancı Fransız’ların (ki bu hırsızlar dünya üzerinde halen 14 ülkeyi fiili olarak, gayrı insani şartlar altında sömürüyor) Mağrib’i (Fas-Tunus-Cezayir hatta Libya) tekrar fiili olarak girip Sömürmesi, oralarda kahve içmesi, Türkiye’nin Suriye’de kahve içmesinden daha gerçekçi kalıyordu.
Coğrafyadaki Türkiye-İran arasındaki sözde siyasi “rekabet”, başka açılardan saçma sonuçlar ortaya koyuyor. Devletlerin bizlere anlattığı gerçekler ve hakikatler, gözümüzün önündeki gerçeklere uymadığı gibi ilmi gerçeklere de uymuyor. Yani ortada ciddi bir sahtekarlık ve skandal dolaşıyor: Her iki devletin birbirini yenme, diz çökertme ihtimali bulunmuyor. Her iki devlet nüfus alanlarını tüm savaş ve şiddete rağmen değiştiremedi ve bu değiştiremiyor. Yani tarihsel ve ilmi veriler bu rekabetin (aslı düşmanlığın) koskocaman bir “yorgancı kavgası” olduğunu söylüyor. Öte yandan Savaş ve şiddeti coğrafyada kalıcı hale getirmelerinin tek bir amaca hizmet ettiği meydanda öylece duruyor.
Şimdi
Bu çok uzun ve geniş boyutlu meseleyi özet geçelim, Türkiye tüm “Ortadoğu’yu” alsa; a) onlarla bilmediği İngilizce üzerinden konuşacak b) kendine ait hiçbir düşüncesi olmadığı için Batı düşüncesinin taşıyıcısı olacak yani bu, Avrupa’nın tüm coğrafyayı modernleştirmesi hatta sömürmesi anlamına gelecek. Buna göre; Avrupa’nın genişlemesi, modernitenin coğrafyaya rot balans ayarı vermesi Türkiye eliyle daha akılcıdır fakat başka ilginç büyük bir çelişki burada ortaya çıkar. Çünkü Avrupa, diğer yandan diğerlerinin kendi gibi aynı formda ve yaşam boyutunda olmasını asla istemez, hatta bundan nefret eder gibidir. Bu yüzden coğrafyanın talanında-yıkımında-yağmasında-tecavüzünde bizzat rol oynar, c) Türkiye’nin coğrafyaya ihraç edebileceği en otantik şey, Kemalizm olabilir. Andımızın tüm coğrafyada okunması bazıları için göz yaşartıcı bir onur kaynağı olsa da bu durum sadece coğrafya için değil insanlık için de büyük bir felaketi gösterebilir, d) coğrafya’da savaş ve şiddet bitmeyeceği bilakis artacağı söylenebilir, e) Türkiye’nin İran olan husumeti-rekabeti (düşmanlığı) bir yorgancı kavgası olarak sürekli biçimde Batı’ya hizmet eder gibidir f)bu durumda; Türkiye siyasi olarak genişleyeceğinden elinde nüfus, muazzam kaynaklar vb imkanlar bulacaktır fakat zenginlik bir devlet için mutlak ölçü olamadığından (suud, katar, Bae vb örneği) hiçbir anlam ve önemi bulunmayacaktır. Hatta Batı coğrafyanın zenginliğini daha kolay elde etme şansına ulaşır.
Kısacası; Türkiye tüm “Ortadoğu’yu” (Ortadoğu kavramı bile Avrupa merkezci bir tanım, iğrençlik ayrıca) alsa ilk yapılacağı şey, Starbucks’ı açıp Kemalizm’i devlet ideolojisine dönüştürecek yani hiçbir halt olmayacak. Batı’nın tamponu “Uzak asya” kapılarına kadar büyüyüp ulaşacak.