Eski Yunanın Mısır ve Fenike’den çaldığı felsefi düşünceler arasında en ilgincini Sofist diye bilinen adamlar dile getirmişti. Bunlar, Hakikat olarak sayılan şeylerin aslında insanı O ya da bu şekilde iknâ eden düşünceler olduğunu iddia ediyordu. Yani kısaca Hakikat yoktu, iknâ vardı. Bilgi de bilmek de faydası işlevi olan şeye dönüşüyordu. Bu tür görüşler bizlere hiç yabancı değil. Zamanla düşünce-bilim-kültür-sanat bunu sistematik işleyip bir hayat haline getirdi. Postmodern akım ve benzerleri bunun sadece bir çocuğuydu. Olan biten şey, “yeni bir dünya” olarak yapılandırılmış, radikal biçimde modifiye edilmiş bir şeydi aslında.
Hepsinden geriye kala kala tek “sabit nokta” olarak iknâ edilmek kaldı. Siyaset-bilim-düşünce- sanat-ekonomi vb iknâ edebildiği ve iknâ araçlarını geliştirebildiği ölçüde değerli oldu. Neredeyse 500 yıldır Tanrının –Dinin sahte-kârlık olduğunu söyleyenler, koskoca yalandan dolandan bir dünya inşâ ederek insanları buna iknâ etti. Her gün her saat Ekonomide; Bankalar, Borsa, Kripto Paralar vasıtasıyla, Tüketim Endüstrisiyle ve diğer büyük Endüstrilerle; Silah, İlaç, Seks(porno)-Eğlence Endüstrisiyle, Medyasıyla, Kitle İletişim araç gereçleriyle insanlar iknâ makinalarıyla bedenleri ve ruhlarıyla kalıba sokulup esir alındı, köleleştirildi. Mesela; evrenin en mükemmel yaratılışına sahip ve merkezinde duran dünyamızı cehenneme çevirip sözde taş ve toprak Marsta “yaşam dünyası” kuracağına bilim adına insanlar iknâ edildi. Yeryüzündeki sular varken sözde Ay’da su arayanlar bunun için milyar dolar bütçe ayıran devletlerin bilimin adına aynı iknânın kirli yüzüydü.
En kötüsü Siyaset yani Devlet eliyle yapılandı. Çünkü (modern) Devlet yani Mutlak Tin daha doğrusu Tanrı olarak insanların hayatına tamamıyla tasarrufta bulunma gücünü elde tutan şey, aynı zamanda en büyük iknâ mekanizmasına sahipti. Bilim-bilimadamları, Akademisyenler, Aydınlar, Medya, STKlar, Okullar, Camiler vb araçlarıyla kitle üzerinde en vahşi şeyleri bile deneyecek ve onları buna gönüllü iknâ edecek bir mekanizmanın çalışması demekti. Bir siyaset filozofu bu duruma “Rıza’nın İmalatı” diyerek, siyasetin ve devletin vahşet boyutlarının nasıl doğallaştırılarak işlendiğini gösterdi.
Tam da bu çerçevede bizi ilgilendiren asıl mesele; bunca iknâ türü, araçları, oluşumu ve kabulü içinde “Şiddet-Savaş Endüstrisi” olması gerekiyor. Çünkü bu endüstri, Devletin azim ve kararlığıyla devam eden; Silah Tüccarları, Gladyo Yapılar, Güvenlik Bürokrasisiyle ilerleyip Akademisyenler, Aydınlar, Medya, STKlar eliyle topluma sunulan büyük bir çark olarak hayatlarımıza tasallut eden, can alıcı bir sorun. İşte bu çark-endüstri insanları ürettiği her türlü iknâ çeşidiyle kanlı dişlilerini yağlayıp çalışıyor. Yine bu şiddet-savaş endüstrisiyle birlikte normal aklın fikrin vicdanın kabul edemediği şeyler, iknâ edilmiş akılla, fikirle vicdanla doğal-sıradan hale geliyor. Silah sesinin diğer bütün sesleri bastırma gücü ve güvenlik psikolojisinin insanın temel ruhunda yatan gereksinim olması, iknâ edilebilirliğin hizmetkarı oluyor. Böylelikle ortaya Vahşetin iknâsı çıkıyor. Nasıl ki yiyecek yemeği, içecek suyu, barınacak ocağı, gidecek yolu, sağlığı, çocuğu için ilacı, eğitimi olmayan fakat ayağında terlik sırtında milyonluk silah taşıyan Afrikalılar savaşa ve şiddete aynı hararetle aşkla şevkle iknâ ediliyorsa bizlerde ülkemizde ve coğrafyada aynı yöntemlerle kurum-kuruluşlarla iknâ ediliyoruz. Aramızda tek fark mekandan geliyor. Ayrı kıtada yaşamaktan geliyor. Bu kirli endüstri iknâ ettiği kadar; malı canı eriten yok eden, vaad ettiği yahut iddia ettiği her şeyin tersini ortaya çıkarıp insanlara sunan bitimsiz doyumsuz bir endüstri olarak çalışıyor. Yine bu endüstri sayesinde hem ülkemiz hem de coğrafyadaki ülkeler hızla değerler kaybına uğrayıp Kolonyalizmin parçası haline dönüşüyor dahası onun sadık kölesi olup çıkıyor. Böylelikle ne kadar “Bekâ” söylemi varsa o kadar yok oluş gerçekleşiyor.
İknânın oluşum sürecinde kişi-kurum-kuruluş organize ve örgütlü şekilde yer alırken; iknâ için, Din-Mit-Büyü-Ritüeller ile benzer-aynı yapı kullanılır. Tabii ki bir farkla; modern sahtekârlık, Dinin-Mitlerin-Büyünün-Ritüellerin içini boşaltıp bir yandan onu değersizleştirip aşağılarken diğer yandan onun kılığına girmeye çalışır. Lakin iknâ Dinin-Mitlerin-Büyünün gerçek biricik hedefi değilken yani sadece sonucuyken modern sahtekâr dünyanın (siyasetin-düşüncenin-bilimin-kültürün-sanatın-ekonominin) biricik asli gayesidir. Modern sahtekârlık tüm gücünü iknâsından alır. Sermayesi de varlığı da sadece O’dur.
Kısacası:
Tanrının Varlığını sözde sorgulayıp rahatlıkla bir çırpıda red edebilen yığınlar her dakikası yalan dolan nitelikli dolandırıcılık sahktekârlık ile kurulmuş bir dünyadan şüphelenmiyor. O dünyayı sistematik, organize ve örgütlü kuranlara karşı da hiçbir tereddüt beslemiyor. Yani ne o dünyaya karşı ne de o dünya hakkında anlatılan şeylere karşı inancını, imanını yitirmiyor. Bilakis onun en sağlam biçimde mutlak ve hakikat olduğuna yeniden iknâ oluyor. Böylece ironik bir şekilde Dinlerin değil, modern sahtekârlığın ve vahşetin bir inanç ve iman olduğu ortaya çıkıyor ve insanları kimin ikna ettiği? Sorusu bambaşka bir anlama kavuşuyor.