33 yıllık etkin bir yönetimden sonra 1976’nın Eylülünde Çin’de Mao Zedung ölmüştü. USA uzak doğuda varlığını idame etmek için Vietnam üzerinden başlattığı 10 yıllık orantısız savaşı yüz kızartıcı bir şekilde kaybetmişti. Gezegenin en kalabalık ülkesinde yas, en güçlü ülkesinde bir hesaplaşma başlamıştı. Zamanın bu kesitinde dünyanın her tarafında Sovyet Sosyalizmi ezilen toplumlarda karşılık buluyordu. Rusların müktesebatında tarihin bu fırsatlarını iyi kullanma deneyimleri mevcuttu. İletişim ve ilişki kurabildikleri her toplum ve yönetim üzerinden; görünürde ideoloji gerçekte ise Rus sempatisini ihraç ettiler.
Küresel güçler uzak mesafelerde bile birbirlerine tuzak kurabiliyor, kılıç sallayabiliyordu. Rakipler olası darbelere karşı masraftan kaçınmıyordu. 1955’te başlayan ve 20 yıl süren Vietnam savaşı Sovyet+Çin tuzağına düşen USA’nın yediği ilk kılıç darbesidir. Soğuk savaşın en sıcak zamanlarında USA’nın açıklarında Küba, Sovyetlerin dibinde Afganistan ileri üs olma yolundaydı. Sovyetler birliğinin güney sınırlarında bir tarım devleti olan Afganlılar ile batı arasında diyalog gelişmeye başlamıştı. Afgan yönetimi diğer Müslüman ülkeler gibi çağdaşlaşmak adına Batı ile başlattığı yakınlaşmayı politik bir başarı olarak görüyordu. Kabil Yönetimi adlıkları siyasi kararların, kuzeyde sınırdaşı olan devasa Sovyet projektöründen kaçmayacağını hesaplamamış olmalı. Sovyetler Birliği, kendisine hasım ve rakip gördüğü Batı’nın bu kadar yakınına yerleşme çabalarını;” varlığı, sınırlarının güvenliği ve istikrarı için tehlikeli” kabul ediyordu. Ülkede azınlıkta kalan Marksist düşüncenin temsilcilerine verdikleri destekle Afganistan’da bir darbe ile yönetimi kontrollerine aldı. Akabinde kendilerince uydurdukları gerekçeler ile ülkeyi işgale başladılar. Programlarına göre günler içerisinde Afganistan’ı ele geçireceklerdi. Dokuz yıl sonra ülkeyi NATO’ya bırakarak eli boş(?) geri döndüler. Tarihçiler bu sonucu Vietnam’ın rövanşı olarak tarihe not düştü. Bu hikâyenin benzeri günümüzde herkese bir şeyler hatırlatmalı.
USA’nın Siklon kod adlı operasyonla Afgan mücahitlerine verdikleri destek saklı tutulursa.. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’da küçümsediği en önemli şey; ortaçağ kırıntılarından kalma medrese eğitimini almış öncü bir topluluğun gerisindeki mücahitlerdi. Bu topraklarda ki medrese ve mücahit kavramları henüz başkalaşmamıştı. İlim, âlim ve talebe kavramları tüm kimliklerin üzende bir kutsiyete sahipti. Onların öğretilerinde kendi ülkelerinin hükümeti olmak vaz geçmeyecek bir idealdi.
Sarp ve yüksek dağların egemen olduğu Afganistan’da birbirinden farklı 14 etnik yapı yaşar. Bu etnik yapıları tek düşmana yönlendiren unsur; İslam Dinini merkeze alan medrese eğitimidir. İslam’ın ortaçağ eğitim modelleri üzerinden işleyen bu medreseler; Prusya, Desiderius Erasmus veya Jan Amos Comenius’un eğitim modellerinden bihaberdi.
Bildik gerekçeler ile Medreselerdeki disiplinlerin kendilerini yenileyememesi onları bilim ve teknolojiden koparmış olabilir. Ama bu eğitim kurumları İnsan kimliğini öncelemiş, sosyal yapıyı ayrıştıran zehirli koridorları kapatmıştı. Coğrafi olarak teknoloji dünyasından kopuk kalmaları mevcut tedrisata karşı hürmeti bitirmemişti. Belli ki Sovyetlerin ve akabinde Batının bu ülkeye müdahalesi onların bilim ve teknolojiye erişimini engelledi. Kıt kanat medreselerden akan ilim; halkın inanç değerlerini beslemiş, dış düşmana karşı onları birleştirmişti.
Günümüzde Afganlılar dâhil hiçbir Müslüman toplum bu sert coğrafyanın medrese eğitim modeline özenmemektedir. Ancak; bu medreselerin 14 farklı etnik yapıyı tek amaç etrafında nasıl birleştirdiğinden dersler alınmalıdır. Usta bir marifetle, aynı İslami terminolojiyi kullanarak Müslümanları birbirine düşman edenlerin amacı okunabilmelidir. İnsanlık, insanların sınırlarını çizdiği kalıplara sığmayacak kadar değerlidir. Birilerinin kendilerini beşeri tek bir kalıba adaması, en iyi tabirle gönüllü bir mahkûmiyet olarak tanımlanabilir. Doktrinleri parselleyen avcıların maskeleri maalesef yeterince müşteri bulabilmektedir.
Ülkelerin eğitim sistemlerini farklı tanımlar ile kategorize etmek mümkündür. En doğru ayrışma; bir tarafta rasyonel ve reel bir yaklaşım ile bilimi, felsefeyi ve de ilimi merkeze alan eğitim modelinde yetişen insanlar diğer bir yanda kimliklerin tapusunda taklide dayalı “adam kazanma” çalışmaları.. Japonya, Güney Kore, Finlandiya veya herhangi bir Avrupa ülkesinde; sistem ve yöntem üzerindeki çalışma modelleri Ortadoğu’da maya tutmuyor. “Adam kazanma” ile “insan yetiştirme” arasında ki tercih farkı algılanmalıdır. Ortaçağda medreseler arasında mekik dokuyan ilim insanları, bilimi ve felsefeyi disipline ederek kalemlerine işlemişlerdir. Tarih onları anarken “Yetişen İslam Âlimleri” olarak tanımlar. O damardan gelen beyinlerin tükendiğini kimse iddia edemez. Her yıl bizden olan birilerinin batı eğitim sisteminde ün salması “ne yapmayacaklarımızın listesini” önümüze koymaktadır. Verilen emeklerin, harcanan zamanın “ne yapmayacaklarımıza” feda edilmesi ne kadar da can yakıyor.
Sanayi, bilgi ve dijital toplum sürecinde gelişen yeni kavramlar şeytanlaştırılmaktadır. Kavramları anlamlandıran ve onları istifadeye sunanlar dinlenilebilir. Birçok kavram dilimize ve yaşam biçimimize işlendiği halde onlarla çatışma gereğini sorgulamalıdır. İlla ki birileri bu lüzumsuz çatışmanın muhasebesini yapıyordur. Yaşam bulan her kavram, mutlaka insanlığın bir yönünden besleniyor olmalı. Tefekkür davetine katılanlar anlayacaktır ki, tanımlanmayan bir bağla herkes “ötekisine” ziyadesi ile benzemektedir. Eğitim kurumlarının bu bağı tanımlaması ve öğretmesi gibi bir görevi olmalıdır.
Ülkedeki eğitim yapısının modernize olması gerçek misyonunu uyguladığı anlamına gelmiyor. Ortadoğu’nun “tüm ülkelerinde” ufak sarsıntılara bağlı parçalanmış iç çatışma örnekleri ile doludur. Eğitimdeki zihniyet, bu durumun en önemli paydaşıdır. Rusya ve Batı bu ortamı iyi okuduklarından Ortadoğu’daki tüm ülkelerde vekâlet alacak birilerini bulabiliyor. Toplumların Vietnam, Afganistan ve Ukrayna hikâyelerini doğru okumaları, Irak, Libya ve Suriye’den de çıkartacakları dersler var...
Aynı organizmanın uzuvları olan sol-sağ, sosyal demokrat- Liberal v.b. çatışmalar, yakın tarihimize trajikomik sayfalar ekledi. Seküler yaşam ve din arasındaki suni kavga ise eşikte hazır tutulmaktadır. Özellikle 19. yüzyılda öne çıkan sekülerizim; dünyanın her tarafında yerleşik inanç tarzlarına karşı alternatif çağdaş bir yaşam biçimi olarak tanımlandı. Dini yaşam biçimini temsil edenler gelişip güçlenen seküler yapıya karşı gardını alırken içine kapandı. Birçok dinin içine kapanık kalması kendilerine özgü yapılarına uyumlu bir olgu olarak değerlendirilir. Ancak gelişmeyi, büyümeyi ve iyileşmeyi hedef gösteren İslam dini için “içine kapanmak” Müslümanların intihar eylemi olarak görülmelidir. Süreç içerisinde doğan ihtiyaç ve beklentilere çözüm ve alternatif geliştireceğine kolaycılığı seçerek alınan ”yasakçı” kararlar, seküler yaşama saha kazandırmıştır. Küreselleşen dünyada enformasyon ve yaşam tarzının ulaştığı düzeye bakılırsa seküler yaşam biçimi ile din adına sürdürülen çatışma anlamını kaybetmiştir. Birey ve toplum bilimcileri; vazgeçilmeyecek inanç ilkelerini ve seküler alanın ihtiyaç duyulan kabullenebilirlerini sentezleyebilir. İnancın ve sekülerizmin birey ve sosyal hayatta buluşup barıştığı yeni bir yaşam inşası kaçınılmazdır. Yeni yaşam biçimi; rafine bir sekülerizm ile eklemeli bir inancın ötesinde, eşyanın tabiatına ve insan fıtratına uyumlu olmalıdır.
Batıda kapital liberalizm, din ile uğraşmayı bıraktıkça yolunda daha hızlı ilerledi. Aristokratların ve burjuvanın inançlarını belli etmesi, avamım ritüellerine saygı duyması amaç ve hedeflerini yakınlaştırdı. Sovyetler Birliğinin ideallerini gerçekleştirmek uğruna resmi olarak inanca savaş açması kitlesel trajik hikâyeleri tarihe yazdı. Yakın tarihlerinden aldıkları en önemli çıkarım “iç barışlarının” önemi oldu. Onlar, eğitim yapılanmalarını iç barışlarının inşasında kullanmasını bildiler.
Ortadoğu’nun her ülkesi yüz yılı aşkın süredir ağır koşullar altında hayatta kalmaya çalışıyor. Kendilerini okuyamayacakları kadar hipermetrop, uzaktakileri görmeyecek kadar da miyop kaldılar. Geleceklerini; kadim medeniyetlerinde olgunlaştırmayla, maziye takılı kalıp eskime arasında radikal bir karar vermeleri gerekiyor. Doğru okunduğu takdirde İslam’ın geleceğe bakan sayfaları Müslümanlara rehber olabilir. Birey, toplum ve ülke olarak ötekilerini biat etmeye zorlamak yerine, kendi ülkesinin hükümeti olma becerisi ıskalanmamalıdır. Endişe ile izlediğimiz Ukrayna savaş alanı coğrafyamızdan uzak görünebilir. Unutulmamalıdır ki bu savaşın gerçek aktörleri, tezgâhlarını Ortadoğu’ya kurmuşlar.