Nietzsche (Niçe) 19 yüzyılın ikinci yarısında; ‘artık din allah kitap değil sadece güç istiyoruz’ demişti. Her şeyin yalnızca gücü elde etmek için basit bir araca çevrildiğini daha o zamanlar söylemişti: Wille zur Macht yani iktidara karşı (sonsuz ve derin) arzu, istek; modern insanın en iyi tanımlarından birini gösteriyordu. Gerçekten hayatımızın her alanı tek bir sabitede şekilleniyor gibi. Sonsuz bir arzuyla ve istekle ne bahasına olursa olsun Güce-iktidara kavuşmak istiyoruz. Tavşanın önüne konan bir havuç misali koşuyoruz peşinden; okul okumak, kariyer yapmak, dil öğrenmek, akademik titel almak, para kazanmak, gündelik hayatımızda imajların peşinden koşmak…akla ne gelirse hepsinin altında bu zehirli şeytani hedef yatıyor. Bu konuda söylenebilecek şeyler o kadar çok ki fakat modern paradigmanın Sistemin en merkezi motivasyonunun bu olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Saçma sapan şeylerden etkilenmesini, değişmesini beklemediğimiz düşünce hayatı bile sistemin kabulleri ve imaj güç üzerinden düşünmeyi, düşünce ortaya koymayı Akademisyenlik-entelektüellik- Aydın olmak sayıyor. Oysa burada olan biten şey; imajlarla güçle ve güçlü olanın kabulleriyle çerçevelenmiş bir dünyayı hakikat zannetmekten ibaret. “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” diyen adamın sözünü, ‘imaj ve gücün (güçlünün) sınırları, tüm dünyanızın sınırlarıdır’ şeklinde değiştirmemiz belki düzeltmemiz gerekiyor artık. Bilinçaltı psikolojisinin babası olan adam, kadınların iktidarı derinden arzulamalarını onların doğuştan gelen bir derin bir eksikliğe bağlıyordu. Oysa iktidar-güç istenci, kadın erkek çoluk çocuk fark etmeksizin büyük bir eksiklik olarak herkeste nüksetti. Şayet bu adamcağız haklıysa herkesin kadınlaştığını söylemek gerekecek ya da bu işin organ yetersizliği değil ruh yetersizliğinden kaynaklandığını kabul etmek yani yanıldığını söylemek gerekecek. Nereden bakılırsa bakılsın güç iktidar istenci-arzusu, lanetli bir ruh yahut bir virüs gibi insana yapışır. Tanrının vasıflarına bürünmek ile Tanrıyı oynamak arasında büyük farkı görmeyenler, modern insanın hadsizliğini, güce iktidara sapıkça olan düşkünlüğünü sanki Tanrıya benzemek böyle bir şeymişçesine yanlış ve hatta alakasız şey olarak formüle eder.
Şimdi
Her alanda gücün-iktidarın peşinden sapıkça koşulup da siyaset alanında bunun olmaması mümkün mü? Tabii ki değil. Zaten olamaz da. Başta vatandaşlar olmak üzere herkes “güçlü bir Türkiye” ister fakat güçlü Türkiye’nin güçlü olabilmesi ve güçlü kalabilmesi için tüm yolları da yapabilmesi gerekir. Bunda da bir soru yok zaten Türkiye’nin güçlenmesi için tüm yolları (ne kadar ahlaki-dini-vicdani olursa olsun) kullanmasının gerekli olduğu örtük olarak onaylanıyor fakat güç-iktidar arzusu kazanmayı beklerken güçten iktidardan olmak, “dimyata pirince giderken evindeki bulgurdan olmaya” benziyor. Genel bakıldığında ise; tüm güç-iktidar arzu modelleri, daha güçsüz ve iktidarsız bir sonuçla karşılaşıyor. Yani sürekli herkes dimyata pirince koşarken evdeki bulgurdan oluyor. Herşeye rağmen dimyata pirince koşmak isteyen yani Güçlü bir Türkiye isteyen insanların ona göre (dimyat yoluna uygun) gitmeleri de gerekiyor.
Peki güçlü bir Türkiye isteyenler neleri yapmalı? Bir de bu istenilen güç-iktidar kalıcı mı geçici mi olacak, tarihsel mi modern mi olacak? Bölgesel mi uluslararası mı olacak? Güç ve iktidar, kolonyalist ölçeklerle mi belirlenecek? Hangi alanda güçlü-iktidar sahibi olduğu tescil edilecek? Bu tür soruları fazlasıyla artırabiliriz fakat en azından rahatlatacak bir güç algısı elde etmek için bile tutulan şu yollardan vazgeçilmesini talep edecek. Çünkü başta halka anlatılan yürürlükteki bazı hikayeler güç ile iktidarla alakası bile olmayan tehlikeli ölümcül mayınlarla donatılmış halde insanların önünde duracak.
Güçlü Türkiye isteyenler; a) bölgede her devletin uzun süredir yaptığı, halkına attığı en büyük kazığı yemeyecek. O kazık şudur: Her devlet, kendi etrafı yanarken, yıkılırken kendisinin güçlü-muktedir şekilde ayakta kalabildiğine hatta bunun onu güçlü kılan şey olduğuna bizleri halkları ikna etmeye çalışır. Oysa gerçekler tam tersi. Kısacası böyle bir şey yok. Bu bir nitelikli dolandırıcılık, sahtekarlık, b) Türkiye kendi bölgesinde yıkımda payı olduğu müddetçe güçlü Türkiye hayalini yıkar ve öteler. Yani Güçlü Türkiye isteyen, Irak’ın bombalanmasında da Suriye’nin yok edilmesinde de pay almayacak, c) Güçlü Türkiye isteyen, “bölgesel rekabet” deyince şiddet ve savaşta değil üretimde ve yardımda yarışı anlayacak, d) Güçlü Türkiye isteyen, özellikle Gladyo yapılar- Silah tüccarları- Güvenlik bürokrasisi ve onlara yardım ve yataklık eden Akademisyenler-Aydınlar-Medya-STKlar bir masal anlatırken onlara sorular soracak onları sorgulayacak: Mesela; Türkiye de dahil bölge ülkelerindeki hangi devletler şiddet ve savaş yoluyla hem kendi hem de komşu devletle ilgili problemini çözebilmiş? Bizi güçlü iktidar yapacağını söylediğiniz savaşlar ne kadara mal oluyor? Neden bölgedeki savaşların sürdürülmesi güçlü olmanın göstergesi? Savaş güç işi ve güzel bir şey ise Avrupa neden kendini fiili olarak savaşarak güçlü kılmıyor? Bir de madem savaş güç-iktidar için kaçınılmaz neden bölge ülkeleriyle savaşacağız da sözde gerçek düşman denilen ABD, İngiltere, Fransa ile dolaysız savaşamayacağız? Anlaşılan ne denli güçlü Türkiye isteği ortaya çıkıyorsa şiddet savaş endüstrisinin talepleri o denli bizlere dayatılıyor fakat ne hazindir ki; hem şiddet ve savaşta payı oldukça hem de etrafı yıkılıp yok oldukça Türkiye aynı oranda peşinden koştuğu güc yakalanamıyor. “Herkes yerde olursa ben ayakta kalırım” anlayışı, büyük yalan oluyor. Bu yalanları utanmadan sürdürenler ise Avrupa Birliğinin yüceliğinden bahsediyor. Çark dönüyor…