Modern Siyaset Bilimi, Bilim ve Düşüncenin devamı olarak, kendini Dinsel ve Metafiziksel içerikten kopararak yahut kasıtlı olarak ayrı tutarak tamamen gerçekçiliğe ve bilimselliğe sahip olduğunu iddia etti. Bu iddiasını utanmadan her defasında yenileyerek de karşımıza çıktı. Burada genel anlamda ilk sıkıntı, Dinin ve Metafiziğin yalanlara düzmecelere eşitlenmesiydi. İkinci problem ise “gerçeği” “hakikati” kendinin elde ettiğini düşünmesiydi. Kısacası; Bilim (diğer alanlar da dahil), “Bilimsellik” ile belirli bir kutsiyet kazanarak, insanları Büyü-leyen, onlara hakikat Mit-lerini anlatan bir bütün olarak Din işleviyle toplumun önüne çıktı hatta toplumun içine yerleşti. Hem de tüm bunları -başta Din olmak üzere- Büyüyü ve Mitleri aşağılayarak, onlara hakaret ederek, ilkel sayarak yaptı. Bugün insanlar bir Dine inanmamayı meziyet sayarken Büyü ve diğer şeyleri olabildiğince değersiz, adi, basit sayma eğilimindedir. Bu hakim yönelim, öylesine güçlü ve geçerli kılınmıştır ki; kendilerine Müslüman diyenler bile nerdeyse benzer tepkileri ve anlayışı sürdürür. Yani olan biten şey, aslında maruz kalanların hakim olanların (egemenlerin) değerleri üzerinden tepki verip şekillenmesidir, denebilir.
Genelde insanlara “sen dine inanmıyorsun fakat Sistemin dinine inanıyorsun; büyüyü red ediyorsun fakat her an büyülenip sistem içine çekiliyorsun; mitleri ilkel zannediyorsun fakat sistemin mitleriyle dünyanı kuruyorsun” desek de artık fayda etmiyor. Dahası; Sistem ve onun seküler ideolojisi tarafından sürekli sopa yiyenler, kendi değerlerini artan oranda sorgulama ve ondan yüksek oranda şüphe etmek gereği duyuyor. İleri giderek inanç-iman değerlerini yadsıyor. Özellikle Dinin modern dünyaya uyması gerektiği öne sürülerek bir dayatma yapılıyor. Hepsinde temel dayanak tek noktada toplanıyor: Gerçek-lik. Oysa gerçek ve gerçeklik olarak iman duyulan şeyler; sadece kurgulanmış, imajlarla oluşturulmuş, sahnelenmiş koskoca bir illüzyondan başka bir şey sunmuyor.
Halka gerçeği değil sürekli dilsel gerçeği göstermek, nerdeyse tüm bilimlerin ortak karakteri haline geliyor. Öte yandan iki de bir aynı sahtekarlık iki yüzlülük tutarsızlık yenilenip duruyor: Hem Gerçek yok, dil-söylem var deniyor hem de en büyük gerçeği sadece kendinin sahip olduğu iddia ediyor. Aslında uyanık bir tüccar gibi müşteriye göre konum alıp pazarda satıyor.
“Gerçek-lik” Siyaset Biliminde yalnızca ikna ediciliğe denk düşmüyor ve o kadar da masum kalmıyor. Bilakis milyonlarca insanın canı malı üzerine zar atılması için kullanılan en büyük oyuna dönüyor.
Şimdi;
Modern Sistemin Bilimselliğinin altında nerdeyse hiçbir bilimin olmadığı hatırlanırsa onun Siyaset Biliminin de benzer şekillerde kurulduğu rahatlıkla söylenebilir. Algı operasyonları, manipülasyon, illüzyonlarla bir gerçeklik yaratma ve insanları bununla kandırma Siyaset ve onun Biliminde son derece ağır bedellerle ödeniyor. Bedel ödeyenler tabii ki egemenlerin hem vahşi uygulamalarına hem de söylemlerine maruz kalanlardan seçiliyor.
Türkiye’de başta Siyaset Bilimi ve Bilimcileri olmak üzere Akademsyenler, Aydınlar, Medya, Düşünce Kurum ve Kuruluşları, STKlar organizasyonu ve eliyle oluşturulan şeylerle, siyaset ufkumuzun şekillenmesi, süren şiddet ve savaş endüstrisinin devam ettirilmesi, zulümlerin normalleştirilmesi vb gibi işlevler hedeflenir. İşte bu dilsel “gerçeklik”lerden biri de “Çinlilerin gelmesi”dir. Bu söylemle ABD ve Batı karşıtı eksenin; Anti-demokratikliği, gaddarlığı, vahşiliği, barbarlığı öne çıkarılmaya çalışılır. Oysa Çin ve Rusya üzerinden geliştirilen “siyasal gerçeklik”, gerçek denilen şeyle nerdeyse hiçbir ilişkisi bulunmuyor. Çünkü yalnızca Irak’ta iki milyondan fazla insanı öldüren Çin ya da Rusya değil ABD ve İngiltere olduğu gerçek dışı kalıyor. Çinlileri beklerken; gerçeklik adına bize ileride olabilecek ihtimalleri gösteriyor ve o ihtimaller sanki yaşanmış gibi anlatılıyor. Oysa olgular, ihtimalleri değil olmuş şeyleri gösterirken; katillerin, yağmacıların, talancıların, tecavüzcülerin, zalimin kimler olduğunu da söylüyor. Gerçek sunduğu olgularla niceliksel ölçüte açıkken dil üzerinden kurulan algı insanları esir alıyor. Böylelikle coğrafyanın altını mezarlık üstünü yetimhaneye çeviren, kolonyalizmi en kaba haliyle halen aynı çizgide sürdüren, yağmacı, talancı, Batı düzeni ve sözcüleri; bizlere “Çinlilerin geleceğini” söyleyerek korkutuyor. Böylelikle bu siyaset bilimcileriyle ve diğer aygıtlarla (aydınlar-medya-think-thank kuruluşlarla, stklarla) insanlara adeta yaşadıkları hatta isimleri unutturuluyor. Onlar, bu anlamda sadece gerçeğe aykırı beyanda bulunmak anlamında klasik yalan-cı değil aynı zamanda tüm zulümlerin altında parmağı olan çağdaş sahtekâr oluyor.
Modern düşünce bizlere dilsel “gerçekliğin”; Egemenin yani sistem ve sistemin seküler ideolojisinin, aslında nitelikli bir dolandırıcı olduğunu yeterince ve açıklıkla gösteriyor fakat siyasette algının olguyu geçmesi, gerçeğin dil üzerinden yeniden inşasını değil en vahşi barbar kanlı zulümlerin inşasını ve saklanmasını hatta sistem adına normalleştirilip kabul edilmesini temin ve tesis ediyor.