İnsan özünden kaynaklı içinde olduğu ortamın dışında bir varlık olmaya cüret eder. Bu nedenledir ki insan; doğa, fizik ötesi ve hemcinsini anlamlandırırken ayrı bir konumda onlarla mücadele içindedir. Kontrolünde görmediği her ortama acımasızdır. Bütünün parçası yerine ötekinin karşıtı olmayı varlığı için koşul sayar. Her zümre gücü elinde tutmak için sonuna kadar mücadele eder. Adaleti sağlayacaksa da bunu kendisi yapmak ister. Bu savaş hali efendi olmak uğrunadır ve adaleti beklemede tutar. Adaletin olmadığı yerde “barışa hayır” tezi haklı çıkar. Acımasız ortamın mağduru, adaleti çaresizce fizik ötesine ihale eder.
M.Ö. 1760 yıllarında Babil Kralı Hammurabi; Mezopotamya sınırlarında güncel konular üzerinde tasarladığı kanunlar, bir hukuk inşasını sağlamıştır. Ama hiçbir tarihçi bu hukuk sisteminin adil olduğuna kefil olmamıştır. Yaklaşık 3800 yıl önce Mezopotamya, kırsal+ziraat dünyasında güvenli bir hayat için adil bir düzen istediği anlaşılmaktadır. Binlerce yıldan beri adil bir düzen içinde olma iddiası güvenoyu almamıştır. Bu konuda adaleti sağlama, insanın işi olmadığını onu doğaya bırakmak gerektiğini savunan F.W. Nietzsche’nin açıklamaları “nasıl” sorusunu tatmin etmemiştir. Vicdan ve din ikliminde uygulanmaya çalışılan hukuk, kirli emellerin elerinde insafsızlaşmıştır.
Birleşmiş Milletlere bağlı 193 ülke bulunmaktadır. Çağın koşullarına göre hiçbir ülkenin tam bağımsız olmayacağı kabul görmüş bir gerçektir. Beraberinde çok azı kendini yönetebilmektedir. Yönetimin yetersiz veya olmadığı ülkelerde adalet kavramı duyu dünyasının ötesinde kalıyor. Ülkeler arasında imkanlardaki seviye farkı, global düzeyde müdahale ve cepheleşmeleri doğuruyor. Uluslararası kurum ve kuruluşlar misyonları dışında emperyal girişimleri meşrulaştırıyor. Birleşmiş Milletlerdeki sayısal çoğunluk ekonomik güce boyun eğerek temsil ettiği ülkeyi zorbaya teslim ediyor. Ekonomik gücü elinde tutan bir avuç bağımsız ülke, huzur ve adaletin sağlandığı toplumları kendi tahtları için tehdit olarak görebiliyor. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde yatay ve dikey yönde eğitim düzeyi bu kadar gelişmedi, entelektüel ve aydınların eş zamanda yaşadığı kalabalık başka bir çağ olmadı, ekonomik göstergeler tüm zamanların değerlerini aştı ancak kosmos örtüsünün altında kaotik bir dengesizlik hüküm sürmektedir.
Adil bir başlangıç için erk sahibi karar vericilerin aidiyeti oldukları kimliklerden arınması gerekir. Ötekisinde kendisini bulabilmesi onların güvenini alabilmesi için bu bir ön koşuldur. Hukukun ayrıştırıcı dili duygu ve düşünce eşiklerinde benzer sarsıntılar oluşturur. Adil bir hukuk sistemi; muntazam birlikteliğin ve ekonomik büyümeyin olmazsa olmazıdır. Salt hukuk manzumelerinin adalet ve hak ile eşdeğer olmadığı tespiti, hukukçuların ispatında mevcuttur. Teorisi adil, uygulaması imtiyazlı olan hukuki müdahaleler hesaplaşmaya mecburdur. Kapsayıcı adil bir düzen, anlatımda kolay gibi görünse de müstesna an ve durumlar harici, tarihin kayıtlarına geçmemiştir. Hakkını elde etme azmi, itiraf edilmemiş keyifli bir mücadelenin adıdır. Taraflardan biri hakkı olan kazanımları ile tarih yazarken ötekisi nevrotik bozukluk belirtileri ile süreci yönetmeye çalışır. Oysaki marifete dayalı yönetimlerde hayatın tüm renkleri paylaşıldığında; zengin, güçlü ve büyüyen ülke modelleri gün gibi ortada durur.
Yaşadığımız coğrafya sahip olduğu iç dinamikleri ile fikir, inanç, etnik farklılıklardan sürekli sosyal depremlerin yaşandığı bir yerdir. Oluşan fay hatları mahallenin sokaklarını bile başkalaştırmıştır. Bu coğrafyanın her farklı kimliği, bu toprakların asli unsuru olduğundan ekstrem acılar kimseyi vatanından koparamıyor. Politik rövanşlara rağmen kültürel ve inanç benzeşmeleri olağanüstü durumlarda ortaklık duygularını öne çıkarabiliyor. Ortaklık hukuku adil bir paylaşımla huzurlu bir mevsim yaşatır. Akabinde sahte bir kardeşlik dili, Habil ile Kabil birlikteliğini başlatır. İşte bu noktada adalet talebinden öte sahnede merhamet ve hırs kapışır. Bu tiyatronun sahnesinde kim Habil kim Kabil olmak ister. Defalarca kapanan bu sahnede kimin kazandığını anlayan var mı?
Belki de bu coğrafyanın en büyük handikabı “ had ve hak hudutlarını” bilmemektir. Tarih boyunca erk sahipleri hadlerinde hudut tanımazken, hak sahipleri ellerinde kalanı korumanın derdi ile kayıplarından umudunu keser. Hadsizlerin gasp ettikleri konfor, mazlumun korkuları; kanunlarla korunan bir ülke yaratır. Konforun ve korkunun sahipleri kast sistemi üzerine kurulu değilse de bu iki kesim arasındaki geçişkenler; birden beyazlar ve zencileşirler. Sistem aynıdır aktörler değişmiştir. Adaleti engelleyen kanunlar hukuk literatürüne aykırı olsa da yasama organı mazlumun ahını duymaya kulaklarını kapatmıştır. Bu tür toplumlarda yaygın amaç; adalete erişim değil ülkenin beyazı olmaya çalışmaktır. Bu çark ne kadar tanık geliyor değil mi?
Dünyanın her coğrafyası, mevcut yapıda adaleti inşada zorlanıyor. Kapıdan belirleyen yeni durumlar yeni kararlar almaya gebe kalacaktır. Bunlardan ilki; gün itibarı ile 200 milyonu aşan göçmen hareketi her gün on binlerce insanı mülteci tanımıyla umut sınırlarına yığıyor. Göçmen, mülteci, ilticacı, yabancı kavramları çoğaldıkça paylaşımda adalet kavramı tartışmalar başlatıyor. Ekonomik daralmalar kültürel çatışmaları örtse de gettolarda geleceğe dönük barış planları duyulmuyor.
Bir başka önemli sorun; kendi ülkelerinde kendilerini yönetme fırsatı alamayan toplumların terörize olmalarıdır. Taraflar kolay bir çıkarımla aleyhine olan her saldırıyı terör tanımına alıyor. Evrensel bir terör tanımı yok. Adı ne olursa olsun terör tehdidi altında olan bir coğrafyada adaleti sağlamak mümkün görünmüyor. Terörün gerekçelerine karşı önlemler almak yerine terörist avında kalmak ne kadar sadistçe olabilir. Dünyanın en güçlü devletlerinin vesayet savaşlarını terör üzerinden sürdürmeleri ancak endişeli umutları besliyor. Vesayet savaşlarının akabinde ki asıl savaşların olası tahribi ölçülemiyor.
Ve yepyeni, yabancısı olduğumuz bir yaşama geçiyoruz. Dijital dünya, dijital ülke, dijital vatandaşlık, dijital bir hayat.. henüz kuralları oturmamış, yasaları olgunlaşmamış, yetkinin kimlerin elinde kalacağı bilinmiyor. Dijital yaşamda, dile, inanca, ırka, cinsiyete belirlenen bir konum yok. Bu kavramlar uğruna savaşmak anlamını yitiriyor. Zihniyeti “dünya vatandaşlığına” evrilenler; hafızalarında sınırları belirsiz bir ülke düşlüyor. Özgürlüğe dokunmayan, eşitçi, tam tamına bir adalet istiyor. Bu insanlar “zulüm bendense ben bizden değilim” diyor. Dijital enformasyon bu sesi çoktan duymak isteyenlere ulaştırdı. Sessizce çoğalan bu gücün taleplerine teorik adil düzenler bile eksik kalıyor. İnsanlığın binlerce yıldır kuramadığı adil bir dünyayı yepyeni ve yabancısı olunan dijital dünyada bulabilir mi sorusuna kimse cevap veremiyor. Sanal bir âlemde, siber fiziksel sistemler üzerinde, yeni kavramlar ile kurulan ülkelere göç eden çok beyin var. Paydaşı olunan bu âlemin yargıç ve yargıları kontrolsüz kalabiliyor.
M.Ö. 1760 yılında ortaya çıkan Hammurabi kanunlarından biri şöyle der: Bir yargıç bir davaya bakıp bir karara varırsa hükmünü yazılı olarak sunar. Daha sonra verdiği kararda bir hata ortaya çıkarsa ve bu kendi hatasından kaynaklanırsa o zaman davada onun tarafından kararlaştırılan para cezasının on iki katını öder ve halka ilan edilerek yargıçlık makamından el çektirilir ve bir daha asla yargıçlık icra etmek için oraya oturamaz. Böyle bir yasanın çağımızdaki hatta dijital dünyada ki karşılığı nedir? Hammurabi’nin başka bir yasasında; Bir kimse işlemek üzere bir tarlayı teslim alır ve o tarladan hiçbir mahsul elde edemezse bu onun tarlada çalışmadığını ispatlar ve komşusunun yetiştirdiği kadar tahılı tarla sahibine teslim etmelidir. Günümüzde çalışmak üzere görev alanların yıllarca kısır üretimlerinin karşılığı nedir.
Dün ütopya olarak anlatılan birçok şey gerçek oldu. Adil bir ülkenin mümkün olduğuna inan insanlar; İşte benim ülkem …